KARANLIKDERE

Thursday, September 28, 2006

YAZ

2006 Eylül başlarında bir Perşembe öğlen Harem’den Palandöken seyahat ile başlayan yolculuğumuzda, 20 saat kadar sonra Erzurum İspir’e ulaşıyoruz. Acele yenen bir yemek ve kısa bir alışverişten sonra, ıssız dağ yollarında çadır ve uyku tulumu olmadan geceleme endişesi ve yolu birazcık da kolaylaştırma düşüncesiyle, bir pikabın arkasına yüklediğimiz bisikletimizle ilçenin 20 km kadar dışındaki Özlüce köyüne ulaşıyoruz.

Köy, Ovit dağı geçidine oldukça yakın bir yerde. 2640 metredeki bu geçit, ülkemizin en yüksek karayolu geçidi olan 2985 m yüksekliğindeki Van - Bahçesaray arasındaki Karabet geçidinden sonra, sıralamada beşinci durumda. Niyetimiz, geçidi aşarak Karadeniz kıyısına kadar gidebilmek ve bu arada GPS ile bu rotanın yükseklik profilini çıkartıp, kışın mümkün olursa en az 30 km kadar olduğunu tahmin ettiğimiz yokuştan aşağıya kaymak!

Oldukça güzel, tek bir bulutun olmadığı bir havada soğuk asfaltın, eğimin ve dayanıklılığımızın elverdiği bir hızla, 170/dakikalık nabız temposunu aşmamaya dikkat ederek yokuş yukarı önce Çayırözü köyüne, oradan da 2.5 saat kadar sonra Ovit geçidine ulaşıyoruz. Sis yüzünden geçen gelişimizde göremediğimiz Ovit gölünün üst kısımlarındaki buzulu şaşkınlıkla farkediyoruz. Kısa bir moladan sonra olabildiğince hızlı bir şekilde inişe başlıyoruz. Yol boyunca çok az durup fotograf çekiyoruz. Bu bölge, doğal güzellik açısından Doğu Karadeniz’in en etkileyici yerlerinden birisi. Yapılaşma son derece az, yerleşimler sadece 3, 4 ay boyunca burada kalabiliyorlar, iki şehri birbirine bağlayan bu yoldan arabalar epey seyrek geçiyor. İniş sırasında eğimin artışından dolayı her iki freni de sürekli sıkmak gerekiyor. Asfalt kaplama, yolun bu bölümlerinde hava koşullarının etkisiyle yerini toprağa bırakmış ve bu yüzden çok hızlı gitme olanağı yok.

Sivrikaya’ya doğru yaklaştıkça hava biraz daha ısınıyor ama güneşli olmasına karşın yine de serin. Üst katında muhtarlığın da olduğu binadaki köy kahvesinde kısa bir çay molası veriyorum. Rastladığım iki ufak çocuk, bisikletime bimek istiyorlar. Seleyi epey alçaltarak bisikleti bir süreliğine veriyorum. İkizdere’ye doğru yaklaştıkça, yerleşim izleri artmaya başlıyor. Sol tarafta yokuş aşağıya köpürerek akmakta olan bir dere, sağda dik orman yamaçları ve görmeye alışık olmadığımız sıklıkta bir bitki örtüsü. İki derenin birleştiği bir yerde kurulmuş bir pazaryerinden hızlıca geçerek İkizdere’yi geride bırakıyoruz ve bundan sonra eğim biraz daha azalsa da hala yokuş aşağıya iniyoruz.

Karadeniz’in kıyı bölgelerindeki kişiliksiz apartıman mimarisine göre çevrede muhteşem yapılmş binalar görünüyor. Çay bahçeleri ve fabrikalarına yaklaştıkça ilk kez duyduğumuz şaşırtıcı kokular, dik yamaçlara tırmanan ‘teleferikler’, inip çıkması bir hayli zahmetli olduğu tahmin edilebilecek sarp yamaçlarda çok sayıda ev ve en az 40 çeşit patates cipsi ile tüm gazlı içecek çeşitlerinin satıldığı köy bakkalları arasından 25 - 30 km/h süratle, 4 saat kadar sonra kıyıya, İyidere’ye ulaşıyoruz. Buradan itibaren sabahtan beri görmekte olduğumuz her türlü güzellik büyük oranda kayboluyor. Karadeniz nasılmış diye merak edenler ya iç kesimlere ya da sınırların ötesine geçmek zorunda kalacaklar bir süre sonra. 30 yıl 40 yıl öncesinin sahilini hayal olarak hatırlıyoruz da acaba 100 - 200 yıl önce nasıldı buralar?

Buradaki kısa moladan sonra yönümüzü 20 km kadar yakındaki Rize yerine, 60 km kadar ilerideki Trabzon’a çeviriyoruz. Karadeniz otoyolu üzerinde fazla yoğun olmayan bir trafik var.
Geçen seneye göre yol biraz daha tamamlanmış. Şehir ve kasabaların denizle olan bağlantısnı tamamen keserek! İnşa edilmiş T şeklindeki dalgakıranların kıyıa paralel kısımları dalgaların da etkisiyle bazı yerlerde yıkılmışlar. Gördüğümüz kadarıyla insanların (istisnalar hariç) bu denizle ilişkisi son derece sınırlı. Doğanın canına okuyan bu canavar, her nasılsa yer yer biraz içerilere yönelerek kıyıda ufak ve sevimli bölümler kalmasına yol açmış. Bunun dışında tüm sahil şeridi yol yapımı gibi bir gerekçe ile katledilmiş. Pürüzsüz asfalt üzerinde biraz daha hızlanarak, Of, Sürmene, Araklı yoluyla hızla ilerliyoruz. Arsin yakınlarında durup, denize girerek biraz serinleme ve dinlenme fırsatı buluyoruz. Kendisine yaptıklarımız göz önüne alındığında, denizin buralardan hala kaçarak uzaklaşmaması şaşırtıcı. Şehirde bu işe elverişli nadir bölgelerden birisine inşa edilmiş Trabzon otogarına saat 19:30 gibi ulaştığımızda artık hava da yavaş yavaş kararmaya başlıyor. Bisikleti üç parçaya ayırdıktan sonra, otogardaki bir kalorifere kilitleyerek şehir merkezine giden bir minibüse 90 yeni kuruş veriyoruz. Akşam üstü şehir merkezi epey kalabalık. Şehrin bu kısımımda, kaldırımlarda yan yana zıplayan adımlarla yürüyen, bir sürü öfkeli genç. Kargacık burgacık şehiriçi yollarında sıkışıp kalmış bir trafik keşmekeşi. Üşenmeyip Arhavi'den İğneada'ya kadar gitsek farklı olan, ne güzel bir yermiş diyebileceğimiz hangi sahil kasabalarını, şehirlerini görebiliriz acaba?

Gece yarısındaki Kars otobüsünün kalkış saatine kadar şehir merkezini iyice arşınlıyoruz. Bir lokantada komşu bir ülkeden gelmiş turist bir kadın, bıktırıcı sorularıyla garsona neredeyse tüm yemekleri birer birer anlattırıyor. Nedendir bilinmez, bu kısmı Erzurum şehir merkezine şaşılacak kadar benziyor. İkinci geceyi de hareket halinde bir otobüste uyku ile uyanıklık arasında geçirmeyi göze alarak sabahın erken saatlerinde Zigana üzerinden önce Erzurum’a oradan da saat 10:00 gibi Sarıkamış’a ulaşıyoruz.


2005 Temmuz ve 2006 Eylül aylarında arka arkaya iki yaz Sarıkamış ve çevresini görme fırsatımız oldu. Bunaltıcı deniz kıyısı ikliminden kısa süreli de olsa bir kaçış, gündüz ne kadar sıcak olsa da güneşin batmasıyla birlikte ortalığı kaplayan serinlik, kışın karla ova ve yaylaları kaplayan yeşil otlar, dağ çilekleri, sayısız ufak dere, sarıçam ağaçlarını sürekli eşeleyen ağaçkakanlar, Kars ovasına yayılmış otlaklarda uzaktan koyun sürüsüne benzeyen büyükbaş hayvanlar.. hemen aklımıza gelenler bunlar.


Yaz ve kış arasında başlıca şu farklar gözümüze çarpıyor;

Cıbıltepe ve çevresinde en ufak sesin bile kolaylıkla duyulabilmesini sağlayan belirgin bir sessizlik. Hava rüzgarsız olduğunda çok uzaklardan gelen konuşmalar, vızıldayarak uçan arı ve sinekler kolaylıkla duyuluyor.

Kışın üzerinden kaydığınız yerlerde 1 metreye yaklaşan boylarıyla otlar, yabani üzümler, çok lezzetli dağ çilekleri. Kayak pisti ve çevresindeki bitki örtüsü, aralarda dolaşılabilecek sıklıkta. Ormanda kozalak toplayan ve bunları çuvallara toplayarak hayvanlarına yükleyen köylüler, arasıra nedensiz şekilde anıran eşekler...

Otellerin olduğu bölgenin ön tarafında, kayak öğrenmek isteyenlere ayrılmış bölüm, 2006 yılında yıkılarak temizlenmiş olan Sarıkamış Sebze – Meyve halinin molozları kullanılarak doldurulmuş ve 100 - 150 metre kadar uzatılmış. Aynı şekilde kayak pistinin düz bölümlerinde bir hafriyat çalışması yapılmış ve buralar toprakla doldurulmuş ya da kazılarak derinleştirilmiş. 2006 Eylül itibarıyla 6. pistin ortasındaki yokuş yukarı bölümde de ikinci pistin baş tarafında da bir çalışma gözümüze çarpmadı. Karanlıkdere'ye inen yamaçlardaki yeni mekanik tesislerden bu sene de ümit yok. İhale çeşitli gerekçelerle sonuçlandırılamamış ama açılan iki pistin üzeri temizlenmiş durumda. Belki seneye ya da daha sonra, kim bilir?


Her iki teleferiğin de dörtlü sandalyeleri biniş noktalarında sıkışık şekilde ard arda depolanmış, telin üzerinde 5, 6 adet sandalye göze çarpıyor. Güneş ışınları ile ısınan mekanik tesislerin plastik çatısından beklenmedik zamanlarda gelen çatırtı sesleri arasıra irkilmenize yol açıyor.

Orman yolunu izleyerek kısa sürede çıktığımız birinci istasyon bitişindeki kafenin solundaki pınardan su aldıktan sonra, bisikletle yukarı doğru tırmanmaya başlıyoruz. Tırmanış boyunca bisikleti sürekli taşımak gerekiyor. Yüksek irtifanın etkisiyle giderek yavaşlasak da bir buçuk saatin sonunda Cıbıltepe zirveye varıyoruz. Buradan 360 derecelik bakışla, Sipkaç, Allahuekber dağları, Alisofu köyü ve ufka doğru göz alabildiğine uzanan Kars ovası görülüyor.

Cıbıltepe zirvesindeki kafenin bazı camları açık, içeride vızıldayarak uçan çok sayıda sinek görünüyor. İçerideki eşyaların çoğu düzensizce atılmış, gelecek kışa kadar belli ki hiç bir şey yapılmayacak burada. Oysa manzara ve havanın kokusu o kadar güzel ki, insan burada niçin kimse yok acaba diye düşünmeden edemiyor. Kayak pistleri civarındaki ıssızlık hissinin en yoğun olduğu yer de burası.


Çok düzgün olmayan toprak yolda hem ön hem de arka frenleri neredeyse sonuna kadar sıkarak aşağıya inmeye başlıyoruz. İkinci piste giden yol ayrımındaki düzlüğe kadar inmemiz neredeyse 3 dakika sürüyor. Burada zemin biraz daha düzeldiği için hız yapmaya başlıyoruz. GPS cihazının gösterdiğine göre 45 km/h kadar. Dolaştığımız pistlerin haritasını da çıkarmak niyetindeyiz bu arada. Bu çaba belli ki, kışın kar varken biraz daha kolay olacak. Özellikle, orman içindeki çok sayıdaki yolun işaretlenmesi için yaz fazla yorucu. Yine de ileride bölgenin ayrıntılı bir haritasını yapabiliriz düşüncesiyle, telesiyej direklerinin tamamını ve çevredeki önemli noktaları kaydetmeyi sürdürüyoruz. Google Earth programı kullanarak hem yol noktalarını (waypoints) hem de güzergahı (track log) görebilirsiniz.

Oldukça yorucu geçen bu yolcuğun devamında, çok sayıda şehirden geçen 26 saatlik bir yolculukla Sarıkamış’tan Antalya'ya kadar ulaşıyoruz. Aklımızda dağ yollarının sakin havası, terkedilmiş, belki istemeden de olsa uzaklaşılmış gibi duran geniş topraklar, yüksek dağ köyleri. Tesadüfen tanıştığımız Alanya’lı bir çift, yaşadıkları yerlerin ‘artık’ çok kalabalık olmasından ve trafikten yakınıyorlar. Hemen, İstanbul’u düşünüyoruz.